top of page

Yazı: “Victor Wooten Trio” 11 Kasım 2016 Zorlu PSM Konseri Yorumu

Güncelleme tarihi: 10 Nis 2020

Uyarı: Bu yazı özelde Victor Wooten ve genelde çaldığı müzik türünün fan’larını irrite edebilir. Şunu belirtmemde de fayda var; bu yazdıklarım tamamen bu konserde çalınan müziğe ait izlenimlerimdir. Aynı ustaları farklı gruplarda dinleyip de çok farklı duygu ve düşüncelerle ayrıldığım da olmuştur.

“Garanti Caz Yeşili”nin 11 Kasım 2016 Zorlu PSM’de düzenlediği “Victor Wooten Trio feat. Dennis Chambers & Bob Franceschini” konserine Jazz Dergisi’ne konser yazısını yazmak amacıyla gittim. Bunu özellikle en başta belirtmek istiyorum, çünkü bu konser normalde kendi müzikal keyfim için gitmeyi tercih edeceğim bir konser değildi. Müziği isimlerle sınırlandırmayı sevmesem de, ortak bir dil kullanmak adına Jazz Funk ya da Jazz Fusion olarak adlandırılan türlerle aramız doğal olarak bir şekilde mesafelidir. Her müzik türünde olduğu gibi iyi örneklerini sever takdir ederim, ama o kadar.

Böylelikle konsere ikilikli duygular içinde gittim, ikilikli duygular içinde dinledim, konser sonrası ikilikli duygular içinde dinleyicileri gözlemledim, sohbet ettim ve yine 2lick’li duygular içinde salondan ayrıldım.

Konserin bendeki ilk çağrışımı “dur durak bilmeyen bir aksiyon filmi” oldu. Uçaklar, helikopterler patladı; uzuuun dakikalar süren, yüzlerce arabanın kamyonun telef olduğu kovalamaca sahneleri geçti gitti; dev binalar çöktü; 3 kahramanımız görünüşte olmadık riskler alarak muhteşem teknikleri sayesinde sayısız akıl almaz tehlikeden sıyrık almadan sıyrılıp maceradan maceraya koştular… Filmin tekniği, sunum şekli, prodüksiyon değeri hiç tartışmasız 1.Lig’deydi… Ama hem filmi izlerken, hem de film bittiğinde “Eeeee?” halindeydim: Hikaye neredeydi? Tüm bu olanlar ne için olup bitmişti? Sahneler, olaylar, karakterler arasındaki ilişki derinliği neredeydi? Senaryodaki şaşırtmacalar neredeydi? Yüksek temponun keyfini çıkarabilmek için ara sıra yeterince nefes alabilmiş miydik? Gerçekten de, Hikaye neredeydi? vs vs vs…

Öte yandan genel dinleyicinin tepkisine baktığımda “ya ben bir şeyler kaçırıyorum ya da gerçekten yaşlandım herhalde” hallerine gark oldum. Şimdi tabi ki özellikle Victor Wooten ve Dennis Chambers’ın (ve kısmen de Bob Franceschini’nin) teknikleriyle, tınılarıyla, çaldıkları müziğin diline hakimiyetleriyle besin zincirinin en tepesindeki isimlerden olduklarını biliyoruz. Ve bu ögeler de, kendi başlarına geniş kitleleri etkilemek için çoğu zaman yeterli olabiliyor. İletinin niteliğinden çok niceliği önem kazanabiliyor. Müziğin, insanlığın katılaşmış filtrelerini kolaylıkla geçebilen bir iletişim biçimi olduğunu kabul ediyorsak, aslen önemli olanın saniyede kaç bit enformasyon iletildiğinden çok, iletinin içeriğinin ne olduğu gerçeğini de kabul etmek durumundayız. Hızlı okunduğunda muhteşem etki yaratan bir şiir yavaş ve anlaşılarak okunduğunda etkisini kaybedip sıradanlaşıyorsa “demek ki o kadar da iyi bir şiir değilmiş” diye düşünebiliriz.

Müzikte teknik konusu iki ucu keskin bıçak gibidir. Gerekli tekniği edinmek ve hatta Victor Wooten, Dennis Chambers gibi büyük ustaların durumunda olduğu gibi enstrümanın tanımlı olan tekniğinin sınırlarını zorlamak kadar büyük bir çaba ve yoğun emek ister ki, bir bakmışsınız teknik bir araçtan çok amaç haline gelmiş, içeriğin, estetiğin, müzikalitenin önüne geçmiş.

İzin almadığım için ismini vermek istemediğim bir dostum uzun yıllar önce Berklee’ye gittiğinde ünlü tromboncu/eğitimci Hal Crook’un Ensemble dersinde geçen bir anektodu anlatmıştı. Hal Crook, bir iki parça çaldıktan sonra “Sana bir iyi bir de kötü haberim var” demiş. “İyi haberim şu ki… çok iyi bir tekniğin var… Kötü haberim de şu ki… çok iyi bir tekniğin var…”

Bu yazıyı görselleriyle birlikte buradan okuyabilirsiniz.



4 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page